Balığın bol bir günüydü. Her olta atışta, iri iri balıklar çekiyorduk. Karabet pürneşe idi ve her mercanda:
– Hay maşşallah!… Dinini sevdiğimin denizi! Madensin nesin? Şu balığa bak. Kuzudur mubârek!…
Diye sevincini ihzar ederdi.
Bir aralık Meşhedi’ye hitapla sordu:
– Hacı! Sizin taraflarda böyle kıyyak balık vardır?
Meşhedi, gayet sakin, şu cevabı verdi:
– Men böyle balıh tutmahlığa tenezzül etmezem.
– Etme, gözünü seveyim. Ya ne çeşit tutarsın?
– Men beyuh balıhlar dutirem. Hemin çoğ tutmişem!
– Nerede bu?
– Bizim Eyran diyarında… Ürmiye çölünde.
– Etme babacığım! Kırk senedir bu zenaatı edorum… Böyle bir yer ki deorsun işitmemişim.
– Özümden guş edesen!
– Haydi, öyle olsun! Velâkin, fikrime öyle gelor ki benim tuttuğum kadar beyük balık tutmamışsındır deyi!
– Çoh beyüğünü tutmişem!
– Olmaz! Olamaz!…
Meşhedi sinirlenmişti. Marpucu elinden düşürdü. Papağını bir vuruşta arkaya yasladı, bağırdı:
– Men özüne deyirem ki dutmişem!
– Nasıl olur, zo? Ben balina bile tutmuşum. Agnoorsun?…
Bu sefer Meşhedi istihfafkâr (alaycı) bir kahkaha salıverdi:
– Hay peder suhte! dedi. Men balina balıhını yem diyye gullanmişem!
Kaynak:Ercüment (Ercümend) Ekrem Talû