3 Şubat 2019 Pazar

MEŞHEDİ’NİN BALIKÇILIĞI

Dostum Meşhedi Cafer, o sene, Kalamış’ta oturduğum eve sık sık misafir gelirdi. Akşamları onunla birlikte, öteye beriye gezmeğe giderdik. Fakat en birinci zevkimiz, sabahları gayet erken kalkıp, sandalla balığa çıkmaktı. Zevkimiz, dedim… Lâkin bu tabir tamamıyle doğru değildir. Zira Meşhedi, eline olta almaz, sadece sandalın içinde oturup, daima yanında taşıdığı nargilesini içerek bizi seyrederdi. Sandalcımız Karabet isminde, pişkin, denizcilikte mahir, hoş sohbet bir Ermeniydi. Hemen her defasında Meşhedi ile inceden inceye alay eder, takılır, ayrıca bir zevk de o yolla temin ederdi. Bir gün yine böyle Caddebostanı kıyılarında mercan (balığı) avlıyorduk. 

Balığın bol bir günüydü. Her olta atışta, iri iri balıklar çekiyorduk. Karabet pürneşe idi ve her mercanda:

– Hay maşşallah!… Dinini sevdiğimin denizi! Madensin nesin? Şu balığa bak. Kuzudur mubârek!…

Diye sevincini ihzar ederdi.

Bir aralık Meşhedi’ye hitapla sordu:

– Hacı! Sizin taraflarda böyle kıyyak balık vardır?

Meşhedi, gayet sakin, şu cevabı verdi:

– Men böyle balıh tutmahlığa tenezzül etmezem.

– Etme, gözünü seveyim. Ya ne çeşit tutarsın?

– Men beyuh balıhlar dutirem. Hemin çoğ tutmişem!

– Nerede bu?

– Bizim Eyran diyarında… Ürmiye çölünde.

– Etme babacığım! Kırk senedir bu zenaatı edorum… Böyle bir yer ki deorsun işitmemişim.

– Özümden guş edesen!

– Haydi, öyle olsun! Velâkin, fikrime öyle gelor ki benim tuttuğum kadar beyük balık tutmamışsındır deyi!

– Çoh beyüğünü tutmişem!

– Olmaz! Olamaz!…

Meşhedi sinirlenmişti. Marpucu elinden düşürdü. Papağını bir vuruşta arkaya yasladı, bağırdı:

– Men özüne deyirem ki dutmişem!

– Nasıl olur, zo? Ben balina bile tutmuşum. Agnoorsun?…

Bu sefer Meşhedi istihfafkâr (alaycı) bir kahkaha salıverdi:

– Hay peder suhte! dedi. Men balina balıhını yem diyye gullanmişem!

Kaynak:Ercüment (Ercümend) Ekrem Talû

MEŞHEDİ’NİN KASASI

Meşhedi Cafer’e, o gün Mahmutpaşa yokuşunun alt başında tesadüf ettim. Telâşlı telâşlı, Sultanhamamına doğru gidiyordu. Hemen arkasından koşup yetiştim, elimi omuzuna dokundurdum:

– Nereye böyle dostum?

Arkasına döndü. Beni görünce, yüzünde tatlı bir tebessüm belirdi:

– Özünü mene Hüdâ gönderüptür. Hoş gelmişsen ağa, dedi. Men de gedirem bir gassa almaklığa.

– Kasa mı alacaksın?

– Belî! Özün de menimle bile gelsen ki meni aldatmıyalar.

Nasılsa, hiçbir işim yoktu. Birlikte yürüye yürüye, o civarda demir kasalar satan bir Musevinin mağazasına gittik. Mağazanın sahibi Yumtov Efendi, Meşhedi’yi tanıyormuş. Çok kullanılmış piyano tuşlarına benzeyen sapsarı dişlerini meydana çıkaran bir tebessümle bizi karşıladı:

– Maşalla Cafer Ağa! Sefa yeldin! Angi ruzyar esti da bizi hatirladin? Soyle bakalum, ne yibi bir emrin var?

Meşhedi, gayet sağlam, aynı zamanda ucuz bir kasaya ihtiyacı olduğunu söyleyince, Yumtov Efendi:

– Nâ! Oyleysam bunu al!…

Diye orada duran külüstür, eski tarzda, çivili bir kasa gösterdi. Meşhedi dudak büküyor, beğenmediğini anlatmak istiyordu.

Yumtov Efendi, ballandıra ballandıra, malını senâ etmeğe başladı:

– Bu kasayı yordun mi? Bu, en sağlam İnyiliz malidir, haliz, mufliz! Ateştan da korkusu yok… Bunun tecrübesini Londra’da yaptılar. İçerisine uç tane canlı horoz koymuşlar, sonra kasayı kapamışlar, uç katlı bir evda vermişler ateşi… Kır sekiz saat yanmış. Bir da çıkarmışlar kasayı, açmışlar kapisini… Ne yorsünler?

– Horozlar pişmişti?

– Ne bişti be? Ne soyluyorsun? Bişti olur mu? Uçu da sağ, başlamışlar utmeye!… He!

Meşhedi her zamanki müstehzi tavrıyle gülümsemeğe başlamıştı.

– Hey peder suhte! dedi; mene bu hikâyeti ne diye söyliyirsen? Menim Eyran’da (İran’da) bir gassam var idi. Anın içine beyle üç tene horos goyup, seççiz cun furunda yahmişem… Sonra gappısın açmışem.

Yumtov Efendi sordu:

– Ey! Horoz uttu mu?

– Yoh! Hemmisi soguhtan mürd olmuştu!… (Hepsi soğuktan ölmüştü.)

Kaynak:Ercüment (Ercümend) Ekrem Talû